Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet...
Tarlabaşı’nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul’un en gözde yeri olan Beyoğlu’nun hazin hikâyesi. Karanlık...
Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke...
Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. “Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden...
“Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine, “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.”
...Gaziantep yakınlarıdaki Antik Hitit kentinde bir kazı. Üç bin yıl önce yazılmış tabletler. Tabletlerin bulunmasıyla başlayan cinayetler. Yazman Patasana'nın itirafları. Parlak güneydoğu güneşinin altında karanlık sırlar... Hititlerin tükenişi, Asurlular... Osmanlının son dönemleri, Ermeniler... Günümüz Türkiyesi, Kürtler... Akan kardeş kanı... Bu toprakların değişmeyen yazgısı: Şiddet ve aşk... Bu topraklardaki kanlı tarihe bir ağıt... Bu toprakların zengin kültürüne bir güzelleme...
"Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı. Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüz karası. Aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, 'Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,' yazılan Saray Başyazmanı Patasana."
...Byzantion'dan İstanbul'a uzanan, heyecan yüklü bir serüven...
Sarayburnu'nda, Atatürk heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir para.... Ama ne bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke... Yedi kurban, yedi hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek: Bu şehrin gizemli tarihi.
"Şehre bakıyorduk denizden. Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi... Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu, güzel...
İstanbul’a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alman hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk..."
...The tales in this book, I heard from my mother. My mother heard them from a storyteller nearly sixty years ago. It seems my grandfather never thought twice about hiring a storyteller to warm the cockles of his little girl’s heart. She listened to many stories, though she couldn't always recall them, she passed many along to me, as well, though I couldn’t recall them all either, TO tell the truth, I had long since forgotten even the stories in this book. Years later, I returned to my father's house in Antep and my mother just so, happened to tell them again to me. I was captivated by the beauty of the stories laid before me. TO her credit, my mother was a superb storyteller, but it wasn’t just my mother's eloquence that affected me. The secret to the beauty of these stories lays hidden in their striking literary form and the
profound messages in their content. The basic nature of humankind so matter-offactiy unfolded in front of one's eyes, it was impossible not to admire these narratives.
Hearing the stories again, it dawned on me that it was imperative they be written down. I was pushed to this conclusion by the fear that in this contemporary World, where we are domineered by visual narration, these tales which rely on the spoken word will one day be lost. So I set about putting them on paper, fine-tuning and embellishing in places to be sure, but without tampering with the essence of the stories.
I suppose the same adventure has befallen these tales as all other oral retellings. Each storyteller and listener in turn enhances the story, or impairs it for that matter, by adding a little of themselves.
With that, I feel compelled to remark on the great enthusiasm with which I set to writing down these stories, enriched by the dream world of my mother. Who is such an extraordinary storyteller.
...
Bir Ses Böler Geceyi:
Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam.
Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...
"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne.
Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."
Çıplak Ayaklıydı Gece:
Ülkenin en kararlı, en özverili, en iyimser çocukları. Sert, acımasız, zalim günler. Zor günlere inat gülümsemelerini korumaya çalışan gençler. Kahramanlıklar, ihanetler, acılar ve aşklarla dolu romantik bir yaşam. Demokrasi ateşini, diktatörlüğün en karardık döneminde yakmaya çalışanların serüveni. 12 Eylül darbesine direnen insanların gerçek yaşamlarından çarpıcı öyküler.
"Büyük bir çatışma çıkmıştı kentte. Biz, insanlar, çiçekler, karıncalar, kuşlar, balıklar ve yıldızlar öldürülmesin diye sokaklara renk renk yazılar yazıyor, duvarlara afişler asıyorduk. Hepimiz gençtik; yaşlı olanlarımız da vardı aramızda ama hepimiz gençtik. Onlar, insanları, çiçekleri, karıncaları, kuşları, balıkları ve yıldızları öldürmek için çıkmışlardı sokağa. Hepsi yaşlıydı; genç olanları da vardı aralarında ama hepsi yaşlıydı.
Ve hepsi silahlıydı. Çeşit çeşit sustalılardan otomatik tabancalara kadar bir iyice kuşanmışlardı silahlarını. Bir köşe başında bekliyorlardı bizi. Bekledikleri yerde karşılaştık. Belki daha elverişli bir köşe başı ve daha uygun bir zaman bulunabilirdi ama bu karşılaşma kaçınılmazdı. Çatışma uzun sürdü. Karanlık bir dönemin bitişinden karanlık bir dönemin başlangıcına kadar. Yenilmiştik. Yenileceğimiz belli değildi ama çok da şaşırmadık. Şimdi kaçıyorduk işte.
Yakalanmamak için, yeniden dövüşebilmek için kaçıyorduk. Belki de bastığımız bu ham toprak İstanbul'un karanlık, suskun sokaklarıydı. Bırakıp geride karımızı, çocuğumuzu, basılacak evimizi terk ediyorduk..."
...Yıllar sonra karşılaşan iki üvey kardeş. Karanlık güçlerin tetikçisi Doğan... Yaşamın anlamını alkolde arayan eski gazeteci Adnan. Onların yaşamlarından Türkiye'nin yakın tarihi. Gündelik hayatımızı alt üst eden entrikalar, cinayetler, komplolar... Hep sözü edilen ama bir türlü gün ışığına çıkarılamayan o derin devlet. Gizli örgütler, idealist gençler, çıkarcı gazeteciler... Ergenekon'un yıllar önce yazılan romanı.
'Yaşam, kaybetmeyi öğrenmektir... Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın oradan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca, kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe, bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz."
...Göğsünde haç saplı bıçakla öldürülmüş bir adam. Adamın kanıyla satırları çizilmiş bir İncil. İstanbul'dan Anadolu'nun derinliklerine, kadim dinlerin kadim kiliselerine bir yolculuk. Hıristiyanlığın bu topraklardaki kökleriyle yüzleşme. Kavimler bahçesi olan ülkemizin tükenmeye yüz tutmuş kültürlerine bir saygı duruşu...
Süryaniler, Nusayriler, Rumlar, Türkler, Kürtler ve bu toprakları ülke yapan halklar... Ülkemiz kültürüyle bezeli, merakla okunan bir roman...
"Genzini yakan koku uyandırdı onu. Bu kokuyu tanıyordu. Yıllarca kapalı kalmış bir kilisenin kokusu. Kilisede yakılan kandillerin, ufalanan taşların, eriyen mermerin, çürüyen ahşabın, yıpranmış sayfaların, küflenen cesetlerin kokusu. Dehşete düşmesi gerekirdi ama sadece çevresine bakındı. Usulca kımıldayan siyah bir leke gördü. Biçimsiz, belirsiz bir leke...
Simsiyah bir siluet... Gülümsedi lekeye.
'Mor Gabriel,' diye mırıldandı.Leke yaklaştı, yaklaşınca insan cismine bürünüverdi. Siyahlar içinde bir insan. O insan başucuna geldi, kulağına fısıldadı: 'Beni tanıdın mı?'
'Mor Gabriel' diye mırıldandı yine.
Ağzından Mor Gabriel sözcükleri dökülürken müziği duydu; derinden, çok derinden gelen bir ayin müziği. Bilmediği bir dilde yinelenen tutkulu bir mırıltı, kendinden geçmiş birinin söylediği bir tekerleme. Aynı anda haçı fark etti.
Gümüşten bir haç. Adam haçı elinde mi taşıyordu, yoksa göğsünde mi, anlamaya çalışırken, boşluğu ikiye bölen bir parıltı yandı söndü. Bir acı hissetti. Parıltı yeniden yandı söndü, acı kayboldu, bütün bedenine bir rahatlık yayıldı."
...Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu'nda büyümüş, Beyoğlu'nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler.
Her cinayetin ardında gizemli bir neden... Ve soruşturma boyunca adım adım, bina bina, sokak sokak Beyoğlu. O çoksesli, çokrenkli, çokdilli, çokkültürlü Beyoğlu. Günümüzün Babil Kulesi...
İnsanın bencilliğini, acımasızlığını, öfkesini, çaresizliğini en iyi anlatan mekân... Soluk soluğa bir gerilim, benzersiz bir final...Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevi dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklamıştı.
Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi."
...