Aniden kaybolan genç bir kız: Mine... Âşık olduğu kızı arayan bir MÎT görevlisi: Sedat. Yasak bir aşk. İstihbarat örgütünün içindeki entrikalar. Askerlerle, sivillerin çatışması... Günümüz İstanbul'undan renkli insan portreleri. Karanlık sokaklarda soluk soluğa bir koşuşturma. Örgüt evlerine düzenlenen baskınlar, yargısız infazlar, kayıtlara geçmemiş ölümler. Kayıtlara geçmemiş ölümlerin parçaladığı yaşamlar... Türkiye'nin yakın geçmişine insani bir bakış...
"Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşın aramızda çözümleyemediğim bir bağın varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum ama çıkaramıyorum."
Göğsünde haç saplı bıçakla öldürülmüş bir adam.
Adamın kanıyla satırları çizilmiş bir İncil. İstanbul'dan Anadolu'nun derinliklerine, kadim dinlerin kadim kiliselerine bir yolculuk. Hıristiyanlığın bu topraklardaki kökleriyle yüzleşme. Kavimler bahçesi olan ülkemizin tükenmeye yüz tutmuş kültürlerine bir saygı duruşu... Süryaniler, Nusayriler, Rumlar, Türkler, Kürtler ve bu toprakları ülke yapan halklar... Ülkemiz kültürüyle bezeli, merakla okunan bir roman...
"Genzini yakan koku uyandırdı onu. Bu kokuyu tanıyordu. Yıllarca kapalı kalmış bir kilisenin kokusu. Kilisede yakılan kandillerin, ufalanan taşların, eriyen mermerin, çürüyen ahşabın, yıpranmış sayfaların, küflenen cesetlerin kokusu. Dehşete düşmesi gerekirdi ama sadece çevresine bakındı. Usulca kımıldayan siyah bir leke gördü. Biçimsiz, belirsiz bir leke... Simsiyah bir siluet... Gülümsedi lekeye.
'Mor Gabriel,' diye mırıldandı.Leke yaklaştı, yaklaşınca insan cismine bürünüverdi. Siyahlar içinde bir insan. O insan başucuna geldi, kulağına fısıldadı: 'Beni tanıdın mı?'
'Mor Gabriel/ diye mırıldandı yine. Ağzından Mor Gabriel sözcükleri dökülürken müziği duydu; derinden, çok derinden gelen bir ayin müziği. Bilmediği bir dilde yinelenen tutkulu bir mırıltı, kendinden geçmiş birinin söylediği bir tekerleme. Aynı anda haçı fark etti. Gümüşten bir haç. Adam haçı elinde mi taşıyordu, yoksa göğsünde mi, anlamaya çalışırken, boşluğu ikiye bölen bir parıltı yandı söndü. Bir acı hissetti. Parıltı yeniden yandı söndü, acı kayboldu, bütün bedenine bir rahatlık yayıldı."
Aşkın bütün halleri... Tutkunun aklımızı ele geçirmesi. Kötülüğün en güzel biçimi... Rezil olmaktan duyduğumuz haz... Kırılan umutlarımızın lezzetli kederi... Çiğnenen onurumuzun getirdiği kibir. Vicdan tutulması, bencilliğin son kertesi, yanılsamanın en derin anı... İmkânsız olanın çekiciliği... Yani gönüllü kölelik... Yani insanoğlunun en masum hali... Yani bildiğiniz delilik... Yani en yalansız aşk öyküleri...
"Düşümü gerçekleştirdiğimden de emin değilim. Böyle bir düşüm var mıydı, yok muydu, ondan bile emin değilim. Kafam çok karışık. Daha da kötüsü, eskiden Stefan'ı düşündüğümde güzel, iyi, masumiyetle ilgili duygular uyanırdı içimde. Coşkuyla, heyecanla, umutla dolardım. Şimdi büyük bir öfke var. Bazen insanlıktan çıktığımı hissediyorum. Düşündüklerim beni korkutuyor. Gel gör ki düşünmeden de edemiyorum. Olmuyor, beceremiyorum. Bir de oturmuş aşkın saçma olduğunu anlatıyorum. Ben de en az aşk kadar saçmayım. Diyeceksiniz ki seni, aşk saçma biri haline getirdi. Doğru ama ben de direnemedim. Asıl tutarsızlık bende. İnsan aptalca, anlamsız bulduğu bir tutkunun peşinden gider mi? Bak gidiyorum işte. Hâlâ onu arıyorum... Kafam karışık, canım yana yana gecenin bir yarısında bu bara geliyorum, ondan bir iz bulabilir miyim diye..."
...
İstanbul'dan suç manzaraları... Suçun perdelediği yaşamlar... Katillerin ardındaki insanlar. Sıradan olanın gerisindeki gizem. Ülkenin gerçek bir panaroması. Karakterler labirenti... Başkomser Nevzat'la, varoşlardan villalara, batakhanelerden sanat çevrelerine yaptığımız heyecan yüklü bir yolculuk. Trajik olduğu kadar komik, komik olduğu kadar kederli vakalar. Bize, bizi anlatan ironik öyküler.
"Cinayetin işlendiği resim atölyesi bir korku filmi setini andırıyordu. Yüksek bir tavan, ölü yüzü gibi bembeyaz duvarlar, bordo renkli kadife perdelerle kaplanmış üç dar pencere. Pencerelerin hemen önünde duran cevizden yapılma tabutun içinde, uzun saçlı, ilk bakışta kız mı erkek mi olduğu anlaşılmayan bir ceset yatıyordu. Bütün bedenini kaplayan siyah pelerinin kalp hizasında kol saatinin kadranı büyüklüğünde bir delik vardı. Tuhaftır, deliğin etrafında fazla kan lekesi yoktu. Cesedin kalbinden çıkartıldığını sandığımız, heykeltıraşların kullandığı türden, ucu kanlı, yirmi santim uzunluğundaki bir keski, tabut ile üzerinde tamamlanmamış bir resmin bulunduğu şövalenin arasında, yerde duruyordu. Tabutun başında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam, ağzını her açtığında alkol kokuları yayarak, 'Karanlıklar Prensi öldü... Karanlıklar Prensi öldü,' diye dövünüp duruyordu.
...
Gaziantep yakınlarıdaki Antik Hitit kentinde bir kazı. Üç bin yıl önce yazılmış tabletler. Tabletlerin bulunmasıyla başlayan cinayetler. Yazman Patasana'nın itirafları. Parlak güneydoğu güneşinin altında karanlık sırlar... Hititlerin tükenişi, Asurlular... Osmanlının son dönemleri, Ermeniler... Günümüz Türkiyesi, Kürtler... Akan kardeş kanı... Bu toprakların değişmeyen yazgısı: Şiddet ve aşk... Bu topraklardaki kanlı tarihe bir ağıt... Bu toprakların zengin kültürüne bir güzelleme...
"Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı. Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüz karası. Aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, 'Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,' yazılan Saray Başyazmanı Patasana."
...
Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.
1926 yılının o hüzünlü sonbaharı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, genç cumhuriyet ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. O büyük altüst oluşun içinde bir adam:
Şehsuvar Sami… Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi, şimdilerin yorgun komitacısı. Şehsuvar Sami’nin etrafında dönen amansız bir entrika. Bir yanda kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkartamadığı sevgilisi Ester, öte yanda yaşanılan tarihsel bozgun…
Kaybedilen bir ülke, kaybedilen bir şehir, kaybedilen bir hayat. Ve aklında hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır, yoksa insan mı?
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.”
Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum, ne yazık ki doğru…
Doğru, lakin eksik.
Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar,
vatanımızı kaybetmekle neticelenir.
Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır,
bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası,
ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak,
ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan…
Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Evet, bir vakitler zihnim,
kalbim bu fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum…
Bir Ses Böler Geceyi
Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...
"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."
Çıplak Ayaklıydı Gece
Ülkenin en kararlı, en özverili, en iyimser çocukları. Sert, acımasız, zalim günler. Zor günlere inat gülümsemelerini korumaya çalışan gençler. Kahramanlıklar, ihanetler, acılar ve aşklarla dolu romantik bir yaşam. Demokrasi ateşini, diktatörlüğün en karardık döneminde yakmaya çalışanların serüveni. 12 Eylül darbesine direnen insanların gerçek yaşamlarından çarpıcı öyküler."Büyük bir çatışma çıkmıştı kentte. Biz, insanlar, çiçekler, karıncalar, kuşlar, balıklar ve yıldızlar öldürülmesin diye sokaklara renk renk yazılar yazıyor, duvarlara afişler asıyorduk. Hepimiz gençtik; yaşlı olanlarımız da vardı aramızda ama hepimiz gençtik. Onlar, insanları, çiçekleri, karıncaları, kuşları, balıkları ve yıldızları öldürmek için çıkmışlardı sokağa. Hepsi yaşlıydı; genç olanları da vardı aralarında ama hepsi yaşlıydı. Ve hepsi silahlıydı. Çeşit çeşit sustalılardan otomatik tabancalara kadar bir iyice kuşanmışlardı silahlarını. Bir köşe başında bekliyorlardı bizi. Bekledikleri yerde karşılaştık. Belki daha elverişli bir köşe başı ve daha uygun bir zaman bulunabilirdi ama bu karşılaşma kaçınılmazdı. Çatışma uzun sürdü. Karanlık bir dönemin bitişinden karanlık bir dönemin başlangıcına kadar. Yenilmiştik. Yenileceğimiz belli değildi ama çok da şaşırmadık. Şimdi kaçıyorduk işte. Yakalanmamak için, yeniden dövüşebilmek için kaçıyorduk. Belki de bastığımız bu ham toprak İstanbul'un karanlık, suskun sokaklarıydı. Bırakıp geride karımızı, çocuğumuzu, basılacak evimizi terk ediyorduk..."
...Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşı’nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul’un en gözde yeri olan Beyoğlu’nun hazin hikâyesi. Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke... Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. “Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden... “Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine, “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.”
...